Binbir Gece Masalları 4/2
Kategori: Edebiyat
Çeviren: Âlim Şerif Onaran
ISBN: 978-975-08-0326-4
Tekrar Baskı: 10. Baskı / 02.2023
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 05.2001
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Orijinal Adı | : Elf leyle ve leyle |
Sayfa Sayısı | : 360 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
Tekrar Baskı | : 10. Baskı / 02.2023 |
Yüzlerce yıl boyunca, Çin’den Kuzey Afrika’ya uzanan ve Çin, Çin Hindi, Hindistan, İran, Irak, Türkiye, Suriye ve Mısır’ı kapsayan bir alanda anlatılan Binbir Gece Masalları, ilk kez Antoine Galland tarafından düzenlenip Fransızcaya çevrilerek (1704-17, 12 cilt) dünyaya tanıtıldı. Bugüne kadar bellibaşlı bütün dillere çevrilen bu masallar, Galland’dan çok daha öncesinden başlayarak, edebiyattan müziğe, sinemadan baleye kadar bütün alanlarda pek çok sanatçıyı derinliğine etkiledi, defalarca işlendi, yeniden yorumlandı, taklit edildi. Binbir Gece Masalları, sadece insanların düşgücünü ateşlemekle kalmadı; bilinen en eski örneğini oluşturduğu “çerçeve öykü” tekniğiyle de, hem geçmişte hem de günümüzde, dünya edebiyatını en çok etkileyen kitapların başındaki yerini korudu. Alim Şerif Onaran (1921-2000), Binbir Gece Masalları’nı ilk kez tam metin halinde dilimize kazandırdı. Orhan Pamuk, gözden geçirilmiş bu yeni basım için bir sunuş yazdı. Size kalan sadece “Açıl susam açıl!” demek…
Şehzade Elmas’ın Harika Öyküsü
Göğün boşluğuna şanlı evinin lambası olarak güneşi, kıyısına güzelliğinin dehlizlerinin meşalesi olarak şafağı yerleştirdiği gibi, yeryüzünde insanların kimilerini yüce niteliklerle donatan; gökleri nemli bir saten mantoyla, yeryüzünü parlak bir yeşillikle örten; bahçeleri ağaçlarıyla, ağaçları yeşil giysileriyle donatan; susayanlara tatlı su kaynaklarını, sarhoşlara bağların gölgesini, kadınlara güzelliği, baharlara güllerini, güllere gülümsemeyi ve gülleri yüceltmek için bülbülün nağmeler koparan gırtlağını veren; kadını erkeğin gözü önüne koyan, taşın ortasına cevahir yerleştirir gibi insanoğlunun yüreğine arzuyu yerleştiren Tanrı’ya pek çok ve seçkin şükürler olsun! Yoksulluk içinde el yordamıyla yol alanlara zekâlarının saraylarını açan kusursuz kişilerden, bilginlerden ve şairlerden söz eden kitaplarda anlatılmıştır ki:
Bir zamanlar, büyük ülkeler arasındaki bir ülkede, attığı her adım bir mutluluk oluşturan; servet ve saadet kapısına köle olmuş; adaletten yana Keyhüsrev Anuşirevan’ı, cömertlikten yana HatemTay’ı geçen muhteşem bir şah varmış.
Bu temiz alınlı hükümdarın adı Şems Şah’mış ve hoş tavırları ve büyüleyici güzellikleri olan ve güzellikten yana deniz üzerinde parladığı zamanlardaki Süheyl yıldızına benzeyen bir oğlu varmış.
Adı Elmas olan bu delikanlı, bir gün babasını görmeye gelmiş ve ona “Babacığım, bugün ruhum kent yaşamından hüzün duymakta; oyalanmak için gidip avlanmak ve dolaşmak arzusundayım. Yoksa, bu sıkıntıyla giysilerimi baştan aşağıya yırtacağım” demiş.
Şems Şah oğlunun bu sözlerini işitince, ona duyduğu büyük sevgi uğruna hemen söz konusu gezintiye hazırlanılması için gerekli buyrukları vermiş. Av yöneticileri ve kuşbazlar şahinleri hazırlamış, ata bakanlar dağa çıkacak atları koşumlandırmışlar. Şehzade Elmas da, yiğit görünümlü gençlerden oluşan parlak bir topluluğun başında yola koyulmuş ve sıkıntısını dağıtmak için onlarla birlikte avlanmak istediği yörelere doğru yönelmiş.
Yiğitçe patırtılar koparıp at sürerek, sonunda, zirvesiyle göğe ulaşan bir dağın eteğine gelmişler. Bu dağın eteğinde büyük bir ağaç varmış; ve bu ağacın yanıbaşından bir pınar akıyormuş; ve bu pınardan, başı pınara eğilmiş bir alageyik su içiyormuş. Elmas bu görünüme hayran olarak adamlarına atlarını durdurmalarını ve bu avı tek başına izleyip yakalamak için kendisini yalnız bırakmalarını buyurmuş; ve atını güzel yabani hayvanın üzerine hırsla sürerek ileri atılmış...
Anlatısının burasında Şehrazad, sabahın belirdiğini görerek yavaşça susmuş.
Ama dokuz yüz beşinci gece olunca, demiş ki:
... Ve atını güzel yabani hayvanın üzerine hırsla sürerek ileri atılmış; hayvan da yaşamının o anda tükeneceğini anlayarak büyük bir sıçrayışla dönmüş; dört bacağının gücüyle ulaşılmaz bir hız kazanarak ve mesafeleri kaçışıyla yok ederek ovada koşmaya başlamış. Elmas da, kendini avın rüzgârına kaptırarak, silahlı topluluğundan uzakta, alageyiği çölde izlemiş. Kumlar ve taşlıklar arasındaki bu izlemeyi, atı köpükler içinde soluksuz kalasıya ve kuru dilini sarkıtasıya, âdemoğlundan ne bir iz, ne bir koku bulunasıya kadar Göze Görünmeyen’in varlığından başka varlığa rastlanmayan bu çölde sürdürmüş.
Tam o sırada, ardında alageyiğin gözden yok olduğu, görüşü engelleyen bir kum tepesine ulaşmış bulunuyormuş. Umutsuz Elmas, bu tepenin üstüne çıkmış ve öteki yamaca ulaşınca, ansızın bakışlarının önünde uzanan değişik bir görünümle karşılaşmış. Çünkü çölün amansız kuraklığı yerine, önünde, arkasından derelerin aktığı ve sabahın şafağındaki ve akşamın gurubundaki renklere benzer kızıl ve beyaz çiçeklerle bezenmiş, yeşilliğiyle hayat saçan bir vaha uzanıyormuş. Elmas, sanki kanatlı bekçi Rıdvan’ın bahçesine girmiş gibi1 ruhunun genişlediğini ve yüreğinin ferahladığını duyumsamış.
Şehzade Elmas Yaradan’ın hayranlık uyandıran bu eserini görüp de avuç içine vahanın hoş suyunu doldurarak kendisinin ve atının susuzluğunu giderince, ayağa kalkıp her şeyi ayrıntılarıyla kavramak için bakışlarını yöresinde dolaştırmış ve orada kökleri toprağın derinliklerine uzanan yaşlı bir ağacın gölgesinde tek başına duran bir taht, bu tahtın üstünde de başında tacı olan, ama ayakları çıplak, yaşlı bir şahın oturmakta ve düşünmekte olduğunu görmüş. Elmas, saygılı bir tavırla selam vererek ona yaklaşmış. Yaşlı şah da onun selamını iade edip kendisine “Ey şahların oğlu, ne türlü bir nedenle, kuşların bile kanat çırpmadığı, avla beslenen hayvanların kanının safraya dönüştüğü bu çölü geçtin?” demiş. Elmas da ona serüvenini anlatmış ve “Ama sen, ey saygın şah, yöresi ıpıssız olan bu yerde bulunuşunun nedenini bana söyler misin? Senin öykün çok garip bir öykü olmalı!” diye eklemiş. Yaşlı şah da “Kuşkusuz, benim öyküm garip ve şaşkınlık uyandırıcıdır! Bu öylesine bir öyküdür ki, sen onu benim ağzımdan işitmesen daha iyi olur. Yoksa senin gözyaşları dökmene neden olur” diye yanıt vermiş. Ama Şehzade Elmas “Konuşabilirsin, ey saygın kişi, çünkü ben helal süt emmiş ve babasının kanına sahip çıkan biriyim” demiş. Ve işitmek istediği öyküyü ona anlattırmak için pek çok ısrar etmiş.
O zaman tahtında oturmakta olan hükümdar, ona “Öyleyse, yüreğimin kabuğundan dökülecek olan sözleri dinle, onları topla ve giysinin eteğine koy!” demiş. Ve bir an için başını eğmiş ve sonra kaldırmış; ve şöyle konuşmuş: “Bil ki, ey delikanlı, çölün ortasındaki bu vahaya gelmeden önce, sarayımın zenginlik ve parlaklığı içinde yaşardım; muhteşem bir orduya sahip olduğum Babil topraklarında hüküm sürüyordum. Yüceler Yücesi Tanrı’ya şükürler olsun ki, bana, ardılım olarak yaradanlarına hamdeyleyen yedi evlat nasip etti; onlar benim gönlümün şenliği idi; ve saltanat sürdüğüm ülkede herkes, barış ve refah içinde yaşıyordu. Günün birinde büyük oğlum, bir kervancının ağzından, Çin-i Maçin’de, Şah Kâmus ibni Temmuz’un Mühre adlı bir kızı bulunduğunu ve bu kızın eşi emsalinin yeryüzünde görülmediğini; güzelliğinin erişilmezliğinin yeni doğan ayın yüzünü kararttığını; ve onun yanında Yusuf ile Züleyha’nın kölelik küpesi takmak için kulakları delinmiş kişilere dönüştüğünü işitmiş. Tek bir sözcükle bu kız, şairin şu dizelerle belirttiği gibiymiş...