Anıtlar Düşerken
ISSN: 977-1300-2740-183
Sayı : 183 Dönem : Temmuz - Ağustos 2021
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
“Sanat Dünyamız” dergisinin 183. sayısı yayımlandı. Dergi, bu sayısında yayın danışmanları Fulya Erdemci, Güven Turan, Hera Büyüktaşçıyan, Kevser Güler, Mine Haydaroğlu ve Zeyno Pekünlü’nün katkılarıyla hazırlanan “Anıtlar Düşerken” başlıklı dosyaya geniş yer ayırıyor ve Black Lives Matter (Siyah Hayatlar Önemlidir) hareketini takip eden sürecin sanata yansımalarını detaylı olarak inceliyor. Kamusal alanlardaki sömürgecilik temsili heykellerin yıkılması, dekolonizasyon ve ırkçılık karşıtı yaklaşımların müzeleri ve sanat kurumlarını yeniden şekillendirmesi üzerine söyleşi ve yazılarla sanatın bu güncel hareketini ele alıyor. Aylin Kuryel bu kapsamda “Bronzdan Sonra Hayat Var mı? Düşen Anıtlar, Boş Kaideler, Dönüşen Hafıza” başlıklı yazısında dünyanın birçok yerinde sömürgecilik karşıtı hareketin müdahale alanlarından biri haline gelen anıtların ikilikler arasındaki salınımları ve çevrelerindeki çatışmalı alana bakıyor. Pittsburgh Üniversitesi’nde sanat tarihi doçenti Kirk Savage’ın “Şimdideki Geçmiş” başlıklı yazısı, anıtların yıkılmasının tarihini ve mücadelenin nasıl bugüne evrildiğini anlatıyor. Küratör ve yazar Ana Paula Cohen’in São Paulo şehrinden eserleri incelediği yazısı “Şehir ve Hafıza Bağlamında Anıt” kamusal alan ve şehir ilişkisine dair örnekler veriyor. Yazarlar Claire Bishop ve Nikki Columbus’un “Zihnini Boşalt: #YeniMoMA’nın Spekülatif Bir İncelemesi” başlıklı yazısında her dönem temsiliyeti tartışmalı olagelmiş bu müzenin nasıl bir dönüşüm içinde olduğuna dair yorumlar yer buluyor. Nesli Gül Durukan’ın Hollanda’daki sanat kurumlarına dair yazısı ise son bir yılda sergilemelerin nasıl dekolonizasyon ekseninde şekillendiğini ortaya koyuyor. İlker Hepkaner’in New York’ta beş yıldır kolonizasyona kafa tutan eylemleriyle gündeme gelen Decolonize This Place
(DTP) (Burayı Sömürge Kelepçesinden Kurtarın) oluşumunu incelediği yazısı hak savunuculuğu temelli bir sanat çevresi oluşturmanın yollarını bu inisiyatif üzerinden gösteriyor. Yazar ve küratör Cindy Sissokho ve sanatçı, gazeteci, araştırmacı Fabián Villegas ise söyleşilerinde dekolonyal düşünce ve ırkçılık üzerine çalışmaların bir tür moda gibi algılanmasından öte nasıl geçilebileceğini, varolan tüm bu yapılanmalara karşı ne gibi itirazların şekillenebileceğini aktarıyorlar.
Sanat eleştirmeni Ahu Antmen “farklılıklar barındıran, hem oralı hem gelip geçici bir kalabalığın çoğulluğuna sesleniyor” dediği Kadıköy’ün meşhur Boğa Heykeli’ni incelediği devam eden projesinin ilk kesitini bu sayıda dosya kapsamında okurlarla paylaşıyor. Onur Çimen ise Ankara’nın kimi eleştirilen kimiyse çok sevilen ancak yok olan heykellerinin yakın geçmişini kişisel hikâyesiyle birleştirdiği denemesini sunuyor.
Dergide dosyaya ek olarak sanatçı Huo Rf, Hisler/Karşılaşmalar/Kesişmeler serisinde Gülsün Karamustafa ve Metehan Özcan’a “mücadele” kavramını soruyor. Süreyyya Evren devam eden serisi Sarmal Senaryolar’da “Engellenme Senaryoları ve Sanatsal Kararlar”ı inceliyor.
Çıplak Ayaklar Kumpanyası’ndan tanıdığımız sanatçı Melih Kıraç Atatürk Kültür Merkezi’nin tamamlanma süreciyle Almanya Dresden’de Hellerau tiyatro binası arasındaki eşleşmeleri sorguladığı video çalışması üzerine kaleme aldığı bir denemeyi paylaşıyor.
Derginin Ajanda bölümünde sanatçı İz Öztat okudukları, izledikleri, takip ettikleri ve dinledikleriyle konuk olurken, +İz bölümünde Bozlu Art Project’te devam eden “Hafıza Sarayları” sergisini Hatice Utkan Özden, şehir ve mimari bağlamında ele alıyor.
Sanat Dünyamız’a buradan abone olabilirsiniz.
ANITLAR DÜŞERKEN
BAŞLANGICI 2013’E UZANAN BLACK LIVES MATTER (SİYAH HAYATLAR ÖNEMLİDİR) HAREKETİ, 25 MAYIS 2020’DE GEORGE FLOYD’UN MINNEAPOLIS’TE POLİS TARAFINDAN KATLEDİLMESİNİN ARDINDAN TÜM ABD’YE VE DÜNYAYA YAYILDI, IRKÇILIK KARŞITI PROTESTOLAR GÜÇ KAZANDI. HAREKETİN SANATTAKİ YANSIMASI İSE SÖMÜRGECİLİK GEÇMİŞİNİ KUTLARCASINA KAMUSAL ALANLARA DİKİLEN HEYKELLERİN AKIBETİ OLDU. KÖLE TİCARETİNİ TEMSİL EDEN AVRUPALI BEYAZ ADAMLARIN HEYKELLERİ PROTESTOLAR SIRASINDA YERİNDEN İNDİRİLDİ. BRISTOL’DEKİ SİMGELERDEN BİRİ OLAN KÖLE TÜCCARI EDWARD COLSTON’IN İNDİRİLEN HEYKELİNİN YERİNE SANATÇI MARC QUINN, BİR GECEDE PROTESTOCU JEN REID’IN HEYKELİNİ DİKTİ. ANCAK İZİNSİZ OLAN JEN REID HEYKELİ KALDIRILDI. BRISTOL MÜZESİ’NDE YATAY HALDE ÜZERİNDEKİ SPREY BOYALARLA SERGİLENMEYE HENÜZ BAŞLANAN EDWARD COLSTON HEYKELİNE NE YAPILACAĞI İSE HALK OYLAMASIYLA BELİRLENECEK. DİĞER BEYAZ SÖMÜRGECİLERİN HEYKELLERİ İSE DURDUKLARI YERDE SALLANTIDA...
PEKİ ANITLARIN DÜŞÜŞÜNÜN TARİHİNDE BAŞKA NELER VAR? BU DURUM MÜZELERİ, AVRUPA’DAKİ SANAT KURUMLARINI NASIL DEĞİŞTİRDİ? SANATIN TEK YÖNTEMİ HALK HAREKETİNİ TAKLİT EDEREK HEYKEL İNDİRMEK Mİ?
YA DA BİZİM ÜLKEMİZDEKİ HEYKELLERİN BAŞINA NELER GELİYOR? KADIKÖY’DE BOĞA HEYKELİ, ANKARA’DA KAYBOLAN İLHAN KOMAN HEYKELİNE BAKALIM, MEYDANLARDAKİ HEYKELLERLE İLİŞKİMİZ NASIL İŞLİYOR? ÖYLE KOLAY VAZGEÇİLECEK ŞEYLER Mİ MEYDAN KOMŞULARIMIZ?
“ANITLAR DÜŞERKEN” DOSYAMIZDA HAREKETİN TARİHİNE IŞIK TUTAN, BUGÜNÜNÜ ANLAMAYA ÇALIŞAN YAZILARLA BU SORULARA YANIT ARADIK.
“İNSANLAR ÖLÜNCE TARİHE GEÇERLER, HEYKELLER ÖLDÜĞÜNDE SANAT OLURLAR. ÖLÜMÜN BU BOTANİĞİNE, KÜLTÜR DİYORUZ” DİYOR CHRIS MARKER, 1953 YAPIMI LES STATUES MEURENT AUSSI (HEYKELLER DE ÖLÜR) FİLMİNDE.* SANATIN KIRILMA NOKTALARINI TAKİP ETMEYE GAYRET EDEREK BU KÜLTÜRE YAKINDAN BAKMAYA ÇALIŞIYORUZ.
FİSUN YALÇINKAYA
* Dan Hicks, Art Review, “Let’s Keep Colston Falling”, 16 Haziran 2021
https://artreview.com/lets-keep-colston-falling/ (Erişim tarihi: 20 Haziran 2021)
Ajandada Ne Var?
SON YILLARDA DÜNYANIN BİRÇOK YERİNDE SÖMÜRGECİLİK KARŞITI
HAREKETİN MÜDAHALE ALANLARINDAN BİRİ HALİNE GELEN ANITLARIN İKİLİKLER ARASINDAKİ SALINIMLARI VE ÇEVRELERİNDEKİ ÇATIŞMALI ALAN ÜZERİNE...
“Niteliksiz Adam”ın yazarı Robert Musil 1927’de, anıtların, “çok çarpıcı bir şekilde çarpıcılıktan uzak” olduğunu yazar. * Bu dünyadaki hiçbir şey bir anıttan daha görünmez değildir. Aslen ihtişamlı şekillerde görünür olmaları adına dikilmiş anıtlar her nasılsa dikkatleri üzerlerinden uzaklaştırır; her gün geçtiğimiz sokaklarda bir kere bile durup bakılmadan ömür tüketirler. Gerçekten de yanı başımızdaki çoğu anıt ve heykelin neyi veya kimi temsil ettiğini; ne zaman ve neyi anımsatmak adına yapıldığını sorsalar cevap verememe ihtimalimiz yüksektir. Genelde göz ucuyla görürüz onları. Türk Dil Kurumu “önemli bir olayın veya büyük bir kişinin gelecek kuşaklarca tarih boyunca anılması için yapılan, göze çarpacak büyüklükte, sembol niteliğinde yapı, abide” olarak tanımlıyor anıtı. Fakat anıtlara biraz daha yakından bakınca onların aslında hatırlatma ve unutturma, göze çarpma ve görünmezlik, hatta yaşam ve ölüm arasında salındıklarını görebiliriz. Musil anıtların atıllığını muzip bir dille anlatırken onların bu salınım kapasitelerini es geçiyor gibidir. Anıtlar gibi görünmezleşen, bilincimizin arka planını oluşturan şeylerin artık bilinçte rol oynama hakkını kaybettiğini söyler örneğin. Oysaki, Musil’in bizlere artık göz kırpmaya bile mecallerinin olmadığından dem vurduğu anıtlar, özellikle de ulus devletin sembolleri olarak işlev görenler, kısmen görünmezleşmiş olmalarına rağmen, belki de aslında bu yüzden, coğrafya ve kimliğe dair etkili önermelerde bulunan bir art alan yaratırlar; bu önermeleri verili kılmaya ve dayatmaya isteklidirler. Bu yazıda, anıtların bu varsayılan ikilikler arasındaki salınımları ve anıtlar çevresindeki çatışmalı alan üzerine kafa yormaya çalışacağım. Son yıllarda anıtların, dünyanın birçok yerinde ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı hareketlerin müdahale alanlarından bir tanesi haline gelmesine ve bu sayede anıtların niyet etmedikleri şekillerde hayat bulduğu, dile geldiği bazı durumlara odaklanacağım. (...)
Anıtların Yaşamı
BİR ANITIN ETRAFINDAKİ DÜNYA ASLA SABİT KALMAZ. YAŞAMIN HAREKETİ ANITLARI SADECE YARATMAKLA KALMAZ, SONRASINDA ONLARIN NASIL GÖRÜLDÜKLERİNİ VE ANLAŞILDIKLARINI DA DEĞİŞTİRMEYE DEVAM EDER. ANITLARIN KENDİ TARİHLERİ, ANMAYA HİZMET ETTİKLERİ TARİH KADAR UCU AÇIKTIR.
Los Angeles banliyösündeki bir ofis parkında, Isamu Noguchi tarafından tasarlanan bakir bir peyzaj bahçesinin içinde, taş yığınından oluşan tuhaf bir anıt vardır; sanatçısı onu “The Spirit of the Lima Bean” (Lima Fasulyesinin Ruhu) (1982) olarak adlandırmış. Alegorik heykelin en parlak günlerine denk gelen, geçen yüzyılın dönümünde, kentlilerin Hakikatin Ruhu ya da Ateşin Ruhu, hatta belki Elektriğin Ruhu’yla bile karşılaşmaları muhtemeldi –fakat sıradan bir baklagilinkiyle asla. Yine de Noguchi’nin lima fasulyesi anıtı, eski bir heykel janrına ilişkin bir muziplikten fazlasıdır; o, gençliğinin Güney California’sından kayıp bir yaşam biçimine işaret etmektedir. Lima fasulyesi ruhen bu bahçede yaşıyorsa da, bir zamanlar gerçek lima fasulyelerini üreten civardaki çiftlikler, Noguchi’nin kendi eserlerinin de dahil olduğu amansız bir yerinden edilme sürecinin kurbanı olarak, çoktan gittiler.
“The Spirit of the Lima Bean” (Lima Fasulyesinin Ruhu) rahatlıkla, modern kolektif belleği bir kopuş ve kayıp fenomeni olarak gören bütün bir düşünce okulunun sembolü olabilir. Bu okula göre geçmiş ancak uçup gittiğinde –David Lowenthal’in ünlü ifadesiyle “yabancı bir ülke” haline geldiğinde– onu imlemeye ve anmaya başlarız. Veya Pierre Nora’dan aktarırsak, hafızayı oluşturan anları yaşandıkları sırada, içeriden deneyimlemeyi bıraktığımızda onu “tasarlamaya”, anıtlar, müzeler ve tarihi binalar gibi onun dışsal işaretlerini ve izlerini yaratmaya başlarız.1 Bu düşünce tarzına göre, insan ürünü olan çağdaş çevrede hafızanın dışsal işaretlerinin yaygınlaşması, güya puslu modern-öncesi geçmişte var olmuş olan daha organik bir kültürel belleğin ölümüne işaret eder. Böylece, kültür eleştirmenlerinin tanımlamaya hevesli olduğu diğer muhtelif ölümlere –sanatın, yazarın vb. – “belleğin ölümünü” de ekleyebiliriz.
(…)
Şehir ve Hafıza Bağlamında Anıt - Ana Paula Cohen
MOMA NİHAYET GERÇEK YENİLİĞİN KENDİ TARİH MODELLEMESİNİ YENİDEN DÜŞÜNMEKTE YATTIĞINI İDRAK ETMİŞ VE BU, ANCAK YAPISAL DEĞİŞİKLİK BAŞARILDIĞI ZAMAN GELEBİLİR. İŞYERİNDE EŞİTLİK VE SANATA SIRF FİNANSAL BİR ŞEKİLDE BAĞLI OLMAYAN BİR MÜTEVELLİ HEYETİNE SAHİP OLMAK, MÜZENİN SANAT TARİHİNE YAKLAŞIMINI YENİDEN ŞEKİLLENDİRMEK İÇİN GEREKEN TEMEL ÖNKOŞULLARDIR. MÜZEDE KİMİN ÇALIŞTIĞI –VE ONLARA NASIL DAVRANILDIĞI– ZORUNLU OLARAK NEYİN SERGİLENEBİLDİĞİNİ VE NASIL SUNULACAĞINI ETKİLER Kİ BU, DOLAYISIYLA FARKLI İZLEYİCİLERE ULAŞMAK DEMEKTİR.
DİREKT KONUYA GİRELİM: “Yeni” Museum of Modern Art (MoMA, Modern Sanat Müzesi) olağanüstü. Evet, yanlış okumadınız – #yeniMoMA’yı gömmeye değil övmeye geldik. Kurum adına, her seviyede, modern ve çağdaş sanat müzesi nasıl olmalı sorusunun yanıtı, kurum tarihinin ve çoğu 20. yüzyıl ile erken 21. yüzyıl müzeciliğinin yanlışları düzeltilerek tamamen yeniden düşünülmüş: Avrupa’nın deneyciliğiyle başlayıp ABD’nin zafer gösterisiyle biten bir ilerleme anlatısı geçmişte kalmış; son dönemde çokkültürlülüğe dair yapılan boş jestlerden ve küresel kapsamda yapılan zayıf iğnelemelerden çok şükür kurtulunmuş; başyapıtların kitlesel pazarlamayla buluştuğu müze-AVM’ye hoşça kal; ne koleksiyona ne de halka hizmet eden genişlemeye getirilen yasaklara güle güle. MoMA, bir kez daha lider oldu – ve bu sefer, tüm Amerikan müzeleri bu örneği takip etmeli.1
Bu yeni yönelimin ilk alametleri, yeniden düzenlenmiş müze lobisinde görülebilir. Lobide bulunan olağan “bağışçılar listesi”, bir bölgesel kabulle [müzenin bulunduğu bölgede yaşamış yerliler hakkında bilgi verici metin] değiştirilmiş – gitgide moda olan bir jest, burada boş bir çağrıyı aşıyor. Artık MoMA, Amerikan yerlilerinin katledilmesi ve yerinden edilmesi bağlamına oturtuyor kendini: Müze koleksiyonu, ülkenin yerli insanlarına yapılan son katliamlarla muasır bir başlangıç yapıyor. Savaş öncesi Avrupa’dan savaş sonrası Amerika’ya uzanan eskimiş avangard hikâyesi terk edilmiş ve yerine, 1880’lerden başlayan, Avrupa ve Kuzey Amerika’nın ulusaşırı hikâyeleri iç içe geçirilmiş. Her ikisi de modernizmin, günümüzdeki izlerini çevre tahribatı ve beyaz üstünlüğünde görebildiğimiz sömürgeciliğin ve sanayileşmenin kurucu şiddetinden doğduğunu gösteriyor. Bu anlatımda modern sanat, artık kendiliğinden Batılı kabul edilmiyor, parazitli bir şekilde diğer kültürlerin bastırılması ve temellük edilmesine bağlı olarak ele alınıyor.
Yeniden tahayyül edilen koleksiyon gösterimi beşinci katta, Émile Bernard’ın geçen bir trenin ince dumanının gri göklere karıştığı, mütevazı “Iron Bridges at Asnières” (Asnières’deki Demir Köprü) (1887) isimli yağlıboya tablosu ve Hugo van Werden’in, Rhineland’deki bir cephane ve ağır silahlar fabrikasının kesik, panoramik fotoğrafı olan “Krupp Cast Steel Works at Essen” (Essen’deki Krupp Çelik Döküm İşler) (1873) adlı çalışmasıyla başlıyor.2 MoMA’nın beylik beyaz duvarları, soluk griye boyanmış. Kasvet, Lumière Kardeşler’in erken filmlerinden Arrival of a Train (Trenin Gelişi) ve Workers Leaving the Factory (Fabrikadan Ayrılan İşçiler) (ikisi de 1895 yapımı) ile vurgulanmış – taşımacılık ve seri üretim teknolojilerinin “gelişiminin”, zamanla mekânı nasıl yeniden organize ettiğini aydınlatan kanıtlar. Sanayileşmenin insanları harcayışı, Max Klinger’ın kişisel sefaleti ve sivil itaatsizliği tüm çıplaklığıyla teşhir etmek için sembolizm ve toplumsal gerçekçiliği birleştirdiği, gravürlerinden oluşan serisi “Dramas (Dramalar)” (1883) ile detaylandırılmış. Galerinin merkezinde Hector Guimard’ın tahminen 1900’de tasarladığı “Paris metrosunun demir giriş kapısı” beliriyor. Daha önce çiçek desenli süslemesiyle vurgulanan bir bağlamda sergilenen Heykel Bahçesi’nde yer alan kapının güçlü ayakları, burada göz alıcı Art Nouveau fantezisinden sıyrılmış ve oldukça heavy metal gözüküyor.
Endüstriyel “yeni medya” saldırısına karşı, bir sonraki galeri bölümündeki postempresyonizmin tanıdık işleri kaçınılmaz bir şekilde modern öncesi pastorale geri çekilme olarak okunabilir işler haline geliyor. Yıllarca MoMA koleksiyonunun ünlü giriş eseri olan Paul Cézanne’ın “Bather”ı (Yıkanan) (1885), gündelik doğrudanlığına rağmen şimdi kasten değişen dünyayı hâkir bir bakışla izler gibi görünüyor. Paul Gauguin’in, “The Seed of the Areoi” (Areoi’nin Tohumu) (1892) isimli eseri dahil, Tahiti resimleri ve Henri Rousseau’nun “The Sleeping Gypsy”si (Uyuyan Çingene) (1897), Fransız sömürgeciliğinin ve etnik ayrımcılığın yarattığı yıkımı bilerek görmezden gelen “egzotik” pastoral resimler olarak görünüyor. Bu çalışmaların modernizmin başlangıç noktası olarak sergilenmek yerine sanayileşme görüntüsünden sonra yerleştirilmesi, bizi tüm gücüyle, bu sanatçıların modernite ile çatışan ilişkilerinin bütün gücüyle karşı karşıya bırakıyor. Bu tür dizilimler –“küratöryel montaj” diyelim– bireysel anlatımla büyük tarihsel resim arasında sallanan, MoMA’nın yeni yerleştirmede sıklıkla döndüğü bir yöntemi oluşturuyor.
Bu hikâyenin Amerikan yarısı, benzer bir şekilde kent ve taşrayı diyalektik bir gerilim içerisine yerleştiriyor, fakat ister istemez (koleksiyonun sınırlı olmasından ötürü) ağırlıklı olarak fotoğraflara dayanıyor. Alfred Stieglitz’in, Bernard tuvaline asılmış, bulanık gümüş jelatin baskısı “The Hand of Man”i (Adam Eli) (1902), birbirini çapraz kesen raylarda esrarengiz bir biçimde dolanıp siyah bir is çıkararak gelen daha netameli bir lokomotifi resmediyor; bir zamanlar ilerlemenin sembolü olan tren, burada iklim felaketinin alameti olarak görülüyor. ABD’nin modernite hikâyesine bu defa yerleşimci sömürgecilik tarafından yerinden edilenlerin görüntüleri eşlik ediyor – Gertrude Käsebier’in vakur Amerikan yerlileri portreleri (tahmini 1899) ve Charles Bell’in “Indian Delegation, Washington, DC” (Yerli Delege, Washington, DC) (1880) adlı eseri. Bu sırada, Afroamerikan kurtuluşunun ve “renk çizgisi”ndeki ayrımın mirası, tüm çıplaklığıyla Frances Benjamin Johnston’ın zarifçe oluşturduğu Virgina okulları fotoğraflarıyla (1899- 1900) resmediliyor. D. W. Griffith’in erken dönem kısa filmi “A Corner in Wheat” (1909), taşralı çiftçilerin derin yoksulluğunun karşısına bir kodamanın varlıklı partilerini koyarak daha didaktik bir talancı kapitalizm hikâyesi anlatıyor.
KRONOLOJİK YA DA TEMATİK ASIMLAR? MoMa’nın ilkine geri dönmeden önce ikincisiyle kısa bir süreliğine flört ettiği 2000’lerden beri müzeler, bu ikilikle münakaşa ediyor. Şimdiyse müze, sanatı tarih aracılığıyla anlatarak bu serkeş problemi çözmüş görünüyor. Diğerleri bir konuya odaklanırken bazı galeri bölümlerinin pürüzsüz bir şekilde zaman tünelini vurgulamasına imkân veren, mülhem (geçmişe bakılırsa aşikâr olan) bir yeniden oryantasyon. Örneğin Rus Devrimi’ne, nihayet eşit derecede radikal bir estetik revizyona ilham veren sismik bir siyasi devrim olarak hakkı verilmiş. Süprematizm ve konstrüktivizm, daha yeni De Stijl ile sarmalanmış ve “Soyutlama ve Ütopya” başlığı altında toplanmıştı – soylu Flemenk duruşun Sovyetlerin dinamik açısallığını sessizleştirmesine müsaade eden, kafa karıştırıcı bir hareket. Beklenen tuvaller ve yerleştirmeler hâlâ sergileniyor; fakat Varvara Stepanova’nın linolyum baskılarının, Liubov Popova’nın kitaplarının ve kostüm tasarımlarının, Aleksandr Rodchenko’nun fotoğraflarının, Dziga Vertov’un filmlerinin, Vladimir ile Georgii Stenberg’in posterlerinin ve Gustav Klutsis’in fotomontajlarının yanına yerleştirilmiş – görsel sanattan hareketli görüntülere, dergilerden şiir kitapları ve el ilanlarına yenilikçi tasarımın hercümercini aktarıyor. (Bu tarihin karanlık tarafı bir kenara itilmiş de değil: Käthe Kollwitz’in “Help Russia” (Rusya’ya Yardım Et) posteri, 1921’de Volga bölgesinde milyonların etkilendiği açlığa dikkat çekerek iyimserliği söndürüyor.) Meksika (Manuel Álvarez Bravo), ABD (Dorothea Lange, Walker Evans) ve Küba’nın (yine Evans) çarpıcı fotoğraflarında görüldüğü üzere yan oda, 1930’ların ikonografik hammaddesi olan “işçi” figürüne adanmış bir oda, birbiriyle rekabet eden epik idealleştirmelerle siyasi mücadele ve zorlukların zalim teşhirlerini tasrih ediyor.
Bir koleksiyonun ses getiren parçaları, başka bir daimi problem teşkil eder: Kanonik olarak tanıdık bir şeye nasıl taze bir göz atılır? “Modernism Plus”ın (Modernizm Artı) önceki stratejisinin –aynı eski hikâye, ama beyaz ve Batılı olmayan, kadın sanatıyla şişirilmiş– tesiri olmayan bir çokkültürlü yara bandı olarak safrası atılmış. #yeniMoMA, bunun yerine, ırkı ve toplumsal cinsiyeti, tarihi eleştirerek sıkıştırmak ve tarihin neye hizmet ettiğini sorgulamak için kullanıyor. En sonunda onlarca yıldır süren feminist ve postkolonyal eleştirilere yanıt niteliğinde bir “Les Demoiselles d’Avignon” (Avignonlu Kızlar) (1907) sunumu, bunun tipik bir örneği. Pablo Picasso’nun kadın cinselliği ve kabile kültürünü bir araya getirdiği (ilk elde idealleştirilmiş ve tehditkâr) çarpıcı karışımı, sanat tarihi bağlamında eşi benzeri görülmemiş bir kırılma olarak sunulmuyor artık. Bunun yerine resim, Afrikalı maskelerin fotoğrafları –kuşkusuz, Picasso’nun koleksiyonundakiler değil, 10 yıl sonra Charles Sheeler tarafından çekilmiş olanlar– ve Picasso’nun 1907 yazında ziyaret ettiği, Paris’teki Trocadéro Etnografya Müzesi’nde sergilenen kolonyal yağmanın görüntüleri gibi arşiv ıvır zıvırlarıyla bir bağlam içine oturtulmuş. Bu gösterim, ayrıca o yılın başlarında yapılmış bir “Demoiselles” (kızlar) çalışması, heybetli –ve tamamen giyinik– bir beyefendinin, büyük ihtimalle birini seçmeden önce, bir grup çıplak kadına göz gezdirdiği bir çalışma içeriyor. Proto- kübist köşelilikten yoksun, Picasso’nun fantezisinin kati cinsel politikası daha parlak bir şekilde görünür hale geliyor.
20. yüzyıl sanatını sömürgecilik üzerinden düşünmek, kanona pek çok yoldan baskı uyguluyor. Hele şükür, ilkelciliğe getirilen Alman yaklaşımı, artık ham duygunun otantik bir ifadesi olarak yerleştirilmiyor (tüm o tırtıklı gravürler!), bunun yerine gerçek siyah ve kahverengi bedenlerle kesişen ırklar üzerinden kurulmuş fanteziler olarak konumlandırılıyor – Erich Heckel tarafından model olarak işe alınmış sirk sanatçıları, Max Pechstein’ın resmettiği, bir etnografya sergisindeki Somalili dansçılar (1910) ve Emil Nolde’nin, Alman Yeni Gine’sine yaptığı sömürgeci yolculuğunda karşılaştığı Papualılar (1913- 1914) gibi. Alexander Calder’in hafifçe salınan tel heykeli “Josephine Baker (III)”ten (tahmini 1927) Constantin Brancusi’nin bir sömürgeci sergisinde gördüğü birine dayanan abidevi heykeli “Blond Negress II”ye (Sarı Zenci Kadın II) (1933) Paris’te yapılmış sonraki çalışmalar, sanatçıların siyah kadını cinselleştirmesini ön plana çıkarıyor. Fransızların “negrofili” adını verdiği egzotikleştirilmiş stereotipe duyulan şevk, burada Paris’te yaşayan Afrikalı entelektüellerin geliştirdiği –Aimé Cesaire ile Leopold Senghor’un şiirlerinde ve Wifredo Lam’ın sayısız tuvallerinde görülen– “siyah tutum”la (négritude) yan yana sergileniyor. Bir zamanlar aşağılayıcı bir biçimde, vestiyere çıkan koridora yerleştirilmiş, Lam’ın güç gösterisi “The Jungle”ı (Orman) (1943), Afrokübalı işçileri, topladıkları şeker kamışına kanlarını akıtırken gösteriyor. Devamında izlek, galeri bölümlerini Pan-Afrika hareketini etkileyen sürrealizm ve Harlem Rönesansı’na adamaya götürüyor. Bir sonrakinin disiplinleri mayalaması da –koleksiyonun şimdiye kadarki affedilemez kör noktası olan– Loïs Ma ilou Jones, Aaron Douglas ve Charles Alston’ın aralarında olduğu isimlerin eserlerinin koleksiyona katılmalarıyla hakkaniyetli bir sunuma dönüştü nihayet.
Koleksiyonu 10 yıllardır 1940 yılında bölen bir gizli gerekçe olan İkinci Dünya Savaşı, İtalyan Yahudisi ressam Corrado Cagli’nin yaralayıcı Buchenwald Toplama Kampı çizimiyle tanıtılıyor. (Müzenin yeni yaklaşımının bir faydası da şu ki sanat dünyasının daha az bilinen figürleri artık ikincil ya da geç kalınmış bir halde değil, tam zamanında görünüyorlar.) Küratörler, günümüz ikliminde faşizmi, sürgündeki soyutlama hikâyesinin altına gömmek yerine onun tüm dehşetini görmenin acil olduğunu doğru gözlemlemişler. Şiddete yapılan resimsel göndermeler (Rufino Tamayo, Jean Fautrier, Picasso), şimdi, Mart 1945’te Almanya’ya girdikten sonra ABD Ordu Muharebe Teşkilatı’nın çektiği mide bulandırıcı Nazi kamplarının fotoğraflarıyla yan yana asılmış.
Dördüncü katta (ve “Demoiselles” odasının tam altında) soyutlama geri dönüyor ama yeni bir kılıkta. Küratörler, doğaçlama kompozisyonun çok önemli olduğunu kabul ederek –tıpkı Afrika sanatının erken 20. yüzyıl trendlerinin temeli olduğu gibi– Afroamerikan kültürünü yüzyıl ortası estetiğinin temeli olarak konumlandırıyor. Soyut dışavurumculuk, Avrupa sürrealizminin bir filizi olarak sunulmuyor artık; caz ve bebop’un patlamaya hazır enerjisine denk resimsel özgürlük arayışı olarak takdim ediliyor. (Duvar yazısının da belirttiği gibi, müze, 1933’te yasağın lağvedilmesinden sonra 20 yıl boyunca cazın merkezi olan 52. Sokak’tan bir blok ötede.) Norman Lewis’in “Phantasy II”sinin (Fantezi II) (1946) titrek renkleri, Jackson Pollock’un “Number 1A”, 1948’inin (1948) ve Lee Krasner’ın “Number 3 (Untitled)”ının (3 Numara, İsimsiz) (1951) girift ağı ile yüz yüze geliyor. Eserlere, bu ressamların plak koleksiyonlarında yer alan Miles Davis, Charlie Parker ve diğer müzisyenlerin sesleri eşlik ediyor. Ornette Coleman’ın 1961 tarihli Free Jazz (Özgür Caz) albümünün kapağında Pollock’un White Light’ının (Beyaz Işık) olması, trafiğin iki yönlü olduğunu gösteriyor.
Buna karşın, 50’ler ve 60’ların dekolonizasyon süreçlerini ele almak, sömürge sonrası ulusların sanatını daha yeni yeni ciddiye almaya başlayan MoMA için hayli zor. Müzenin devasa, “60’lardan günümüze Latin Amerika sanatı” koleksiyonu, her ne kadar hâlâ mega bağışçı Patricia Phelps de Cisneros’nun geometrik soyutluktan yana tercihlerinin hâkimiyetinde olsa da, diktatörlüklerden IMF’ye bölgedeki Amerikan müdahalesinin tarihiyle birlikte şimdi yeniden anlatılıyor. Bununla bağlantılı bir galeri bölümü, #eskiMoMA’nın gösterimlerinin bizi inandırdığından çok daha çeşitli bir geç 60’lar ve 70’ler New York manzarasını gözler önüne seriyor. 1965 Göçmenlik ve Vatandaşlık Yasası’na odaklanan duvar yazısı, işlevsel olarak, neden Amerika’nın (ve özellikle New York’un) Asya, Afrika ve Latin Amerika’dan gelen sanatçı akınını yaşadığını açıklıyor. Oda, bu yasanın izinde şehre taşınan çok geniş bir dizi figürü bir araya getiriyor: Anna Maria Maiolino ve Hélio Oiticica (Brezilya), Juan Downey (Şili), Frank Bowling (Guyana) ve Mohan Samant (Hindistan İlerici Sanat Hareketi’nin kurucusu) ve (MoMA’nın kurucu direktörü Alfred Barr’ı mezarına işemekle tehdit ettiği mektuplar yazan) Pakistanlı aksi kavramsalcı Iqbal Geoffrey gibi Güney Asyalı önemli ressamlar.
Yandaki odada, Faith Ringgold’un “American People Series #20: Die” (Amerikan Halkı Serisi #20: Ölmek) (1967) adlı eseri, bu yeni gelenlerin deneyimlerinin güçbela mülayim bir kültürel buluşma noktası olduğunu gösteriyor. Belirgin bir şekilde şiddetli olan bu resim, sivil haklar hareketine ayrılmış bir odanın merkezinde yer alıyor. Odada ayrıca Martin Luther King’in Washington’da yapılan yürüyüşteki konuşmasının ardından göstericilerin We Shall Overcome (Üstesinden Geleceğiz) şarkısını söylerken çekilmiş fotoğrafları (Leonard Freed, 1963) ve Dr. King’in cenazesinde çekilmiş Coretta Scott King, Harry Belafonte ve diğer ağıtçıların fotoğrafları (Don Hogan Charles, 1968), Melvin Edwards ile Elizabeth Catlett’in Malcolm X’e şükranları ve Stephen Shames’in çektiği, Oakland’daki bir Kara Panter okuluna giden çocukların fotoğrafları (1971) bulunuyor. Emory Douglas’tan sipariş edilmiş yeni bir fresk; Brooklyn’deki The Interference Archive’dan (Çatışma Arşivi) geçici olarak ödünç alınan Organization of Solidarity with the People of Asia, Africa and Latin America’nın (Asya, Afrika ve Latin Amerika Halkıyla Dayanışma Kurumu) posterlerine yukarıdan bakıyor.
Bu türden kontrastlar, tarihin, sanatsal gelişimin birleşik bir hikâyesi olarak görülmesi yerine çözülmemiş çatışmalar ve çoklu kaçış hatlarının keşmekeşi olarak anlaşılmasına mahal veriyor. Şimdiki kümelenmelerin hiçbiri çığır açmıyor ya da yenilikçi bir irfan sunmuyor elbette –bu, #yeniMoMA için bile çok uzak bir adım– fakat bu gruplanmalar, MoMA’nın bir zamanlar kartviziti olan korkunç kaytarmalardan vazgeçiyor. Bağlamsal duvar yazılarının izleyiciyle 2012’de buluşmasına rağmen küratörler, ancak şimdi sanat tarihsel hareketlerle dünyadaki tarihi olaylar arasında, ilk elde heyecan verici ve erişilebilir olan bir dille, bağlantılar kuruyor (Ab Ex’teki bir pano, örneğin, Sovyet etkisiyle yarışması gayesiyle dünyayı turlaması için tarzın “serbest girişimciliğin resmi” olarak tanıtımını yapan MoMA’nın eski başkanı Nelson Rockefeller’ı alıntılıyor.) Çok şükür, sanat tarihinin MoMA’da yok olmasına dair dedikodular hayli abartılmış: Eylül ayında basın, temellük ve pop gibi yerleşik kavramların yerine “Public Images” (“Kamu İmajları”) gibi jenerik ifadelerin getirileceğini ya da tanımsızların, From Soup Cans to Flying Saucers (Çorba Konservelerinden Uçan Dairelere) başlığı altına gömüleceğini duyurmuştu. Bunun yerine yeni etiketler, sahte popülist basitleştirmeler yerine yeniden canlandırılan bir eğitim misyonuna sesleniyor.
Şimdiyi tarihselleştirmek her zaman daha çetin bir problemdir. #yeniMoMA’nın gayretleri mükemmel olmasa da müze, artık politik olana karşı çekingen davranmıyor. Müzenin çok çeşitli globalizmi eskiden gelişigüzel ve koleksiyoncu mütevellilerinin kaprislerine bağımlıydı. Şimdiyse müze, çağdaş Amerika’yla özgül bir ilişkisi olan bağlam ve konulara (çevre krizi, gözetim kapitalizmi, güvencesiz emek, diaspora ve göç, ikinci Gilged Age (Yaldızlı Çağ) odaklanmaya karar vermiş – müzenin Ocak 2017’deki seyahat yasağına Trump yönetiminin vize vermeyi engellediği, çoğunlukla Müslüman olan uluslardan sanatçıların işlerini depodan çıkararak cevap vermesine göndermeler yapan bir yaklaşım. MoMA gibi özel olarak yürütülen bir kurumu bedel ödemediği mükemmel bir pozisyonda tutan bir tür karşı hegemonik duruş.
İyileşmeler, birden sökün eder. En muharrik galeri bölümlerinden biri, bir grup anne-çocuk portreleri (Rineke Dijkstra, Bill Owens, Ketaki Sheth) içeriyor, temayı önceki odalardan (Mary Cassatt ve Dorothea Lange’ın annelik resimleri ile Paula Modersohn-Becker, Gustav Klimt ve Betye Saar’ın hamile kadın resimleri) alan bir portreler grubu. Lakin bu anaç görüntüler, burada Regina José Galindo’nun video yerleştirmesi “America’s Family Prison”ı (Amerika’nın Aile Hapishanesi) (2008) ile birlikte sergileniyor; duvar yazısı, Amerika-Meksika sınırındaki aile ayrımının süregiden mezalimine işaret ediyor. Danny Lyon’ın çektiği (ağırlıklı olarak siyah olan mahkûmların sahalarda ağır işte çalıştırıldığı) Teksas hapishanelerinin keskin siyah beyaz fotoğrafları (1968-1969), İbrahim El-Salahi’nin Khartoum’daki altı ay süren, yürek burkan tutukluluğunu belgelediği “Prison Notebook” (Hapishane Defteri) (1976) çizimleri ve Robert Gober’in “Prison Window” (Hapishane Penceresi) (1992) isimli yerleştirmesi akıp gidiyor yandaki galeri bölümünde. Küratörler, dokümantasyondan kişisel deneyime ve izleyiciyi mecazi anlamda parmaklıkların ardına yerleştiren ani bir ters perspektife ustaca bir üçlü adım atıyor. Cameron Rowland’ın, mahkûmların saati 0,16-1,25 dolar arası ücrete ürettiği, “Attica Series Desk” (Attica Sıra Serisi) ve “New York State court room benches” (New York Eyaleti mahkeme salonu oturma sıraları) (ikisi de 2016 tarihli) işleri bu hapishanevari mekânı albenisiz bir şekilde dolduruyor.
İsrail işgali altındaki Batı Şeria’nın videosu (Emily Jacir) ile yan yana sergilenen Apartheid Güney Afrika’nın resimlerinden (David Goldblatt, Jeanne Moutoussamy-Ashe, Jo Ractliffe); her ikisi de ulusal beyaz şiddet tarihimizin tefekkürü olan, Ringgold’un bombası “United States of Attica” (Attica Birleşik Devletleri) (1972) ile yanındaki Hock E Aye VI - Edgar Heap of Birds’ün “Surviving Active Shooter Custer” (2018) isimli işi; Anna Boghiguian’ın Tahrir Meydanı çizimleriyle (2011) görülen eylemin toplumsal koreografisi ve pek çok sanatçıdan oluşan “Occuprint Portfolio” (Occuprint Portfolyosu) (2012) diğer göze çarpan işler.
MOMA NASIL DÖNDÜ – ileri sürdüğü liberal değerler doğrultusunda hiçbir şekilde harekete geçmeden laf salatası yaptığı on yılların ardından? Çeşitlilik ve “taze bakış açıları”na dair söylenen tüm o yavan sözler, anlamlı olabilecek herhangi bir şekilde müzenin üst anlatısını sarsmayı hiçbir zaman başaramadı. MoMA nihayet gerçek yeniliğin kendi tarih modellemesini yeniden düşünmekte yattığını idrak etmiş ve bu, ancak yapısal değişiklik başarıldığı zaman gelebilir. İşyerinde eşitlik ve sanata sırf finansal bir şekilde bağlı olmayan bir mütevelli heyetine sahip olmak, müzenin sanat tarihine yaklaşımını yeniden şekillendirmek için gereken temel önkoşullardır. Müzede kimin çalıştığı –ve onlara nasıl davranıldığı– zorunlu olarak neyin sergilenebildiğini ve nasıl sunulacağını etkiler ki bu, dolayısıyla farklı izleyicilere ulaşmak demektir.
Yeniden açılmasından birkaç gün önce müze heyet ve personel düzeyinde ciddi değişiklikler yapıldığını duyurdu. Özel hapishaneler, kadın satıcısı Jeffrey Epstein, Porto Riko krizi ve sanatı paravan olarak kullanan açgözlü kurumların uzun süre umursamadığı türlü beyaz yaka suçlarıyla bağlantılı oldukları gerekçesiyle sayısız mütevelli heyetten çıkarıldı. Sevindirici bir haber de şu ki bu kişilerin galeri duvarlarını kaplayan isimleri silindi, bu isimlerin ilişkili oldukları fonlardan gelen ve MoMA’nın sermayesinin oldukça büyük bir kısmını kapsayan bağışların geri çekilmesine neden oldu. İlişiği kesilen salt bu beyaz adamlar değil; çünkü MoMA, uzun süredir kentin en beyaz müzelerinden biri, heyet içerisindeki taraflı ve önyargılı davranma, gücü kötüye kullanma olaylarını araştırmayı vaat etti. Geç olsun güç olmasın, daha fazla beyaz olmayan ve yerli kıdemli küratörler ile üst düzey yöneticiler işe alındı. Bu sırada, toplumsal cinsiyet ayrımı yaptıkları gerekçesiyle Queens’teki MoMA PS1’in kıdemli kadrosunun işine son verildi; eylem raporlarının ve ek ıslahatların harici incelemesi halihazırda yapım aşamasında.3 Evine çekidüzen veren MoMA, düzgün bir yüz (ve temiz bir vicdan) ile –hapishaneler, hamilelik ve Porto Riko işlerini de içeren– o akıl almaz koleksiyonunu gururla gösterebilir.
MoMA’nın yeni vizyonu, tüm çalışanlara kadar genişledi – tam veya yarı zamanlı ya da sözleşmeli olmaları fark etmeksizin herkes, geçinebileceği bir maaş teminatı almakla birlikte müzenin mükemmel sağlık hizmeti programından yararlanabilecek. (Eskiden yalnızca üst düzey çalışanların birinci sınıf hizmetlerden yararlanabildiği çifte standartlı bir sistem vardı.) Diğer ilkelerin yanı sıra MoMA, altı aylık ücretli aile izni ve çocuk bakımı sunmaya başladı (aşağıda görebilirsiniz). Müzenin iki kampüsünde, hem Manhattan’daki merkez kampüste hem de Queens’teki uydu kampüste, eşit derecede uygulanan bu önemli değişiklikler, müzedeki işlerin salt halihazırda bir güvenilir gelir kaynak fonu olanlara değil, tüm kalifiye adaylara açık olduğu anlamına geliyor.
Yakın zamanda aldıkları diğer kararlar, MoMA’nın daha geniş sorumluluklarının olduğu konusundaki farkındalığını yansıtıyor. Hangi işin elde edildiğini, nasıl gösterildiğini, küratöryal ekibin seyahat bütçesini ve kimin son olarak Gustav Metzger’in “Sanat Uçuşlarını Azaltın” kampanyasına bağlı olduğunu bundan böyle Olağanüstü İklim Beyannamesi idare edecek. Ödünç alınan ve verilen işler artık uçakla kargolanmayacak. Doğrusu, koleksiyonun başlıca dayanağı olarak görülen sanatın büyük bir artakalanı şu anda dünyanın öbür ucunda, Asya Pasifik kıyısındaki birkaç orta büyüklükteki müzede sergilenecek. Her zaman performans, yerleştirme ve “aktive edilmiş heykel”lerin konuk sevmez hangarı olmuş orta avlu ise; özellikle sanata, sosyal adalete ve iklim krizine odaklanacak eğitim departmanına verildi.
Yayılmacı trende itiraz eden bu cüretkâr karar, işin cabası. Bir zamanlar daha da şişirilecek planlarla ABD’nin en şişirilmiş müzesi olan MoMA, Hudson’da yer alan battal bir yolcu gemisi gibi, müthiş bir şekilde dümenini kırdı. Eski Amerikan Halk Sanatı Müzesi’ni yutarak elde ettiği ek alan, artık sergiler için değil çok ihtiyaç duyulan kamu hizmetleri için değerlendiriliyor. Yatıştırıcı bir Brice Mardens ve diğer şirket favorilerinin asılı olduğu havalimanı bekleme salonuna benzer bir lobi bulacağınız beklentisiyle #yeniMoMA’ya korkarak girdiğinizde hoş bir sürprizle karşılaşacaksınız: Müze, giriş katını tüm personele açık olan çocuk bakım tesisine vermiş. Eklentinin, Londra menşeili feminist mimari kolektif muf tarafından tasarlanmış yüksek katları, sanat alanındaki düşük gelirli çalışanlara uygun fiyatlı konut sağlayacak.
Kurumlar, uzun süre sistematik değişimi başından atmaya çalıştı o asap bozucu Cumhuriyetçi Parti dizesiyle: “Nasıl ödeyeceğiz?” Sadece ilerlemeci programlara rezerve edilen ve asla yüzde bir bile zenginleştirmeye ayrılmayan bir soru. Mevzu, her zaman öncelikler oldu. İki milyar dolarlık bağış sermayesi olan MoMA için mevzu, basit bir şekilde değerlerini yeniden düşünmek –ve bütçesini buna göre yeniden organize etmek– ile ilgili oldu. Funkadelic’in bir zamanlar dediği gibi, “Zihnini boşalt, kıçın onu takip edecektir.” Örneğin müze, düşük gelirli konutun maliyetini 324 eserlik Robert Rauschenberg, meslektaşlarına yaptığı cömert mali destekle bilinen bir sanatçı, koleksiyonundan 10 parçayı çıkararak karşıladı. Maaşlara, işletme maliyetine harcanan yüzdeleri ve ciddi bir oranda kesilmiş fon kazanımlarını gösteren lobideki renkli şema, MoMA’nın yıllık bütçesinin ayrıntılı dökümünü çıkarıyor. Kariyerinin henüz başında olan çalışanların gelirinden sekizi aşmayan katlarda kazanan direktör, övgüye değer bir biçimde, müzeyi daha ilerlemeci kurumlarla aynı hizaya getirme kararı aldı. Önceki fahiş maaştan artakalan paranın ücretsiz stajyerliği bitirmeye aktarıldığı duyuruldu. Halkın vergiden muaf bir müzenin koleksiyonunu görmeye her türlü hakkı olduğu hakikatinin tanınmasıyla, girişin nihayet ücretsiz olması kararlaştırıldı.
Sonuç olarak, yeni MoMA’nın nesinin en çarpıcı olduğuna karar vermek zor: Modernitenin direklerini ele alışı, insanlığın geçmişi ve geleceği arasında kurduğu bağlantılar veya kapsayıcılık yükünü sanat eserlerinden (ve onları yapan kişilerden) alan yapısal değişiklikler. Neticede, tatlı çeşitlilik serpintileri hiçbir şey ifade etmez eğer varış yeri endüstriyel-müze kompleksinin Sunken Place’i** ise. Yapılacak daha çok şey var tabii ki – koleksiyon kavramının bizzat kendisi ve bir model olarak filantropi, problemli bir şekilde hâlâ karşımızda duruyor. Fakat müzenin söylediği ve yaptığı arasındaki korkunç kopukluk –pişkin ikiyüzlülük ve yüzeysel çokkültürlülük– kafamızı allak bullak ediyordu. Bugünse MoMA, tüm operasyonunu toplumsal olarak daha adil bir ufka taşıyarak, koleksiyonunun, binasının, personelinin, heyetinin ve bağışlardan oluşan toplu sermayesinin hepsinin aynı yöne baktığını samimiyetle iddia edebilir.4
İngilizceden çeviren: Gözde Cöbek
** Sunken Place, Jordan Peele’in yönettiği 2017 yapımı Get Out (Kapan) isimli filmde geçen kurgusal bir mekân. Burada siyah bedenler hipnotize edilerek beyazlar tarafından ele geçiriliyor. Yönetmen Peele, bir tweet’inde Sunken Place’in siyahların marjinalize edildiği anlamına geldiğini söylüyor: “Ne kadar çok çığlık atsak da sistem bizi susturuyor.” (çev. n.)
Tam bilgi sağlama ruhuyla şunu belirtmemiz gerekir ki Nikki Columbus
2018’de New York Şehri İnsan Hakları Komisyonu’na başvurarak MoMA PS1 hakkında şikâyetçi oldu. Dava 2019’da kapandı. 1
Aksi not edilmediği müddetçe bu incelemede bahsedilen tüm eserler MoMA’nın koleksiyonunda yer alıyor. 2
Havada bir şey olmalı: Artforum’un yayıncıları bir gün önce benzer bir ıslahı açıklamanın yanında, öncelikle seri cinsel tacizle suçlanan meslektaşlarını savundukları ve kurbanlarını eleştirdikleri için özür dilediler. (Toplumsal cinsiyet ayrımı ve cinsel taciz sanat dünyasının endemiğidir, toplumda yaygın olarak bulundukları için. Fakat kurumlardan sadece MoMA PS1 ve Artforum’un davalarda alenen adı geçiyor.) 3
Bu düşünceyi 2014’te teşvik eden Ralph Lemon’a, New York Şehir Üniversitesi (CUNY) Lisansüstü Merkezi’ndeki öğrencilere ve bu incelemedeki bilgileri sağlayan araştırmalarına (özellikle Gemma Sharpe ve Yates McKee’ye), sayısız sergiye, Tate’in “Olağanüstü İklim Beyannamesi”ne (2019) ve bu vizyonun gerçekleşmesini sağlayan tüm aktivistler, sanatçılar ve akademisyenlere teşekkürler. 4
Yeni Yapılanmalar - Nesli Gül Durukan
Bir Şehri –ve Dünyayı– Sömürge Kelepçesinden Kurtarmak - İlker Hepkaner
Müzelerin Dekolonizasyonu Ne Performans Sanatı Ne de Metafor - Fabián Villegas - Cindy Sissokho
KAMUSAL ALANLARA YERLEŞTİRİLMİŞ AMA ASLINDA KAMUSAL HAYATIN İÇİNE “YERLEŞEMEMİŞ” PEK ÇOK YAPIT VAR. BUNLAR GENELLİKLE TEK TİP BİR KAMUYU ÖNGÖREN RESMİ İDEOLOJİLERİN UZANTISI NESNELER. BİR YERDE 100 YIL DURMUŞ OLSA DA YALNIZCA RESMİ BİR İŞLEVİ YERİNE GETİRMİŞ, “KAMUSALLIK” KAZANAMAMIŞ BU TİP YAPITLAR KARŞISINDA HALK KİTLELERİ, GÜN OLUYOR KİMİN/NEYİN ANILACAĞINA/ANITLAŞACAĞINA KARAR VERME YETKİSİ İSTİYOR. KADIKÖY’ÜN BOĞASI İSE, TEPEDEN İNME BİR TOPLUMSAL AİDİYET ZORLANMASI İÇERMEDİĞİ İÇİN ÇOK SEVİLİYOR OLABİLİR. BELİRGİN BİR KAMUSU YOK; FARKLILIKLAR BARINDIRAN, HEM ORALI HEM GELİP GEÇİCİ BİR KALABALIĞIN ÇOĞULLUĞUNA SESLENİYOR.
Günümüzde Kadıköy Altıyol’da bulunan boğa heykeli, İstanbul kent tarihinin renkli bir unsuru olduğu kadar, sanatın toplumsal boyutunu, kamusallığını tartışabileceğimiz ilginç bir nesne. 1864’te Sultan Abdülaziz döneminde Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesine konmak üzere “padişah hazretlerinin mobilyalarının yetkili tedarikçisi” Mösyö Pecheron aracılığıyla1 heykeltıraş ve dekoratör Pierre Louis Rouillard’a (1820-1881) sipariş edilen 24 hayvan figüründen birisi. Rouillard, boğanın tasarımında ve üretiminde Isidore Bonheur’le (1827-1901) çalışmış. Bonheur, Avrupa’da özellikle at resimleri konusunda tanınan Rosa Bonheur’ün (1822-1899) kardeşi. Bonheur kardeşler, 19. yüzyılda yükselen orta sınıfın evlerinde ve bahçelerinde en çok tercih edilen türler arasında bulunan hayvan resimleri ve heykelleri konusunda piyasanın en çok rağbet gören isimleri. Bu eğilim, Osmanlı sarayının siparişiyle, İstanbul’a da ulaşan bir moda olmuş; ve her ne kadar bugün geleneksel bahçe dekoru gibi görünselerde aslında bunlar bizim ilk heykellerimiz. Tahmin edilebilir ki hayvan imgeleri, Avrupa sanatının etkilerine açık ama dinsel/kültürel nedenlerle insan figürüne karşı çekingen ve temkinli bir kültürel ortam için de çok uygundu.
(…)
Hangisi Benim Anıtım? - Onur Çimen
Mücadele Üzerine - Huo Rf - Metehan Özcan - Gülsün Karamustafa
Engellenme Senaryoları ve Sanatsal Kararlar - Süreyyya Evren
Tiyatro Binalarını Eşleştirmek - Melih Kıraç
Hüzünlü Bir Mesele: Modern Olmak ya da Olmamak - Hatice Utkan Özden