Finzi – Contini’lerin Bahçesi
ISBN: 978-975-08-3406-6
Tekrar Baskı: 2. Baskı / 03.2017
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 09.2015
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Orijinal Adı | : Il Giardino dei Finzi-Contini |
Sayfa Sayısı | : 236 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
Tekrar Baskı | : 2. Baskı / 03.2017 |
“Finzi – Contini’lerin Bahçesi”
Giorgio Bassani’nin Proustvari bir titizlikle yazdığı, “yitik zamanın” izini süren bellek romanı “Finzi-Contini’lerin Bahçesi” YKY’den çıktı…
Şair, romancı, senaryo yazarı, çevirmen ve önemli bir faşizm karşıtı olan Giorgio Bassani’nin (1916-2000) savaş sonrası İtalyan yazınının başyapıtları arasında yer alan “Finzi-Contini”lerin Bahçesi” romanı 1962’de yayımlandığında büyük bir ilgi ve beğeniyle karşılanmış, Viareggio Ödülü’nü kazanmıştır.
“Finzi-Contini’lerin Bahçesi”, “yitik zamanın” izini süren bir bellek romanıdır: Hallice orta sınıftan gelme, aşk ve cinsellik işlerinde acemi “iyi aile çocuğu”, adı belirtilmeyen anlatıcı, malikânesine kapanmış, kendi âleminde, topluluktan kopuk bir yaşantı süren soyluluk heveslisi, zengin ve seçkin bir ailenin gözbebeği olan çok zeki, kültürlü, afacan, değişken huylu, züppe kızı Micòl’e tutulur. Ve bunlar, uğursuz 1938 yılında olur: Irk Yasaları yeni çıkarılmış, kent halkı arasına açılan uçurum giderek genişlemektedir.
Yazarın romanda Proustvari bir titizlikle betimlediği ortam, doğasından mimarisine kadar bütün kültürel zenginliğiyle, tarihin getirdiği acıların anılarıyla işlenen, surlarının içine kapanmış yaşayan sessiz, suskun Ferrara kentidir. Birinci kişi olarak beliren anlatıcısının adı hiç açıklanmayan “Finzi-Contini’lerin Bahçesi” birçok özyaşamsal öğe içerir. Genç Bassani de, romanının başkişisi gibi, yazının yanı sıra müzik ve tenis tutkunudur, yüksek öğrenimini yine Bologna Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne günübirlik gidip gelerek yapmış, Yahudileri giderek dışlayan ortamın olumsuzluğuna karşın, 1939’da mezun olmayı başarmıştır. Ancak ertesi yıl, savaş başlamışken yayımlanan ilk yapıtı “Una città di pianura”ya [Bir ova kenti] kendi adını koyamamıştır. O arada resmî okullara gitmeleri yasaklanan Yahudi öğrencilere özel İtalyanca ve tarih öğretmeni olarak çalışmaya başlamışken, 1943’te faşizme karşıt gizli siyasal etkinliklerinden ötürü tutuklanarak birkaç ay süreyle hapsedilmiştir. Ecelin elinden kıl payı kurtulup özgürlüğüne kavuştuktan sonra hayatının yeni bir dönemi açılmıştır: Evlenmiş, Ferrara’dan uzaklaşmış, kısa bir süre Floransa’da kaldıktan sonra, ordularıyla yarımadaya çıkarma yapan müttefiklerin zaferi üzerine Roma’ya yerleşmiş, ömrünün sonuna değin orada etkin bir aydın ve yazar olarak çeşitli çalışmalar yapmıştır.
1944 ve 1947’de şiirleri, 1953’te Passeggiata prima di cena [Akşam yemeğinden önce gezinti], 1955’te “Gli ultimi anni di Clelia Trotti” [Clelia Trotti’nin son yılları] romanları yayımlanmış; İtalya’nın savaş sonrası kültürüne büyük katkıları olan ünlü Botteghe Oscure dergisinin yayın yönetmenliğini üstlenmiş, aralarında Antonioni de bulunan yönetmenlerin filmlerinin senaryolarında çalışmıştır.
1955’te İtalya’nın tarihsel ve kültürel mirasını korumayı amaçlayan “Italia Nostra” derneğini kurmuş, ertesi yıl yayımladığı “Cinque storie ferraresi” [Beş Ferrara öyküsü] ile Strega Ödülü’nü kazanmıştır. 1957’de “Silvio D’Amico Ulusal Dram Sanatı Akademisi”nde on yıl sürdüreceği tiyatro tarihi hocalığına başlamıştır. 1958’de sonradan Ferrara Çevrimi’nde yer alacak ve beyazperdeye aktarılacak olan Gli occhiali d’oro [Altın gözlük] romanı yayımlanacaktır. Bassani o arada İtalya’nın önde gelen Feltrinelli Yayınevi’nin danışmanlığını ve yayın yönetmenliğini yapmakta, yanı sıra ülkenin en nitelikli dergi ve gazetelerinde yazıları basılmaktadır.
1962’de “Finzi Contini’lerin Bahçesi” ile yazarlığının doruk noktasına erişmiştir. Büyük beğeni toplayan roman 1971’de Vittorio de Sica’nın yönetiminde beyazperdeye aktarılmıştır. Film, ülkesinde Davide di Donatello, Berlin’de Altın Ayı ödülleriyle, ertesi yıl ABD’de Yabancı Film Oscarı’nı almışsa da, Bassani –beğendiği, ancak kitapta yer almaksızın eklenen son sahneler dışında? çekinceli karşılamış, mesafesini hep korumuştur. Daha sonraki yıllarda Bassani yurtdışında, özellikle de Fransa’da ün kazanmış, 1971’de Légion d’Honneur nişanına layık görülmüştür. Bazı ABD ve Kanada üniversitelerinde dersler vermiş, ülkesinde şiir, roman ve deneme kitaplarının yayımını sürdürmüştür.
1968’de Campiello, 1987’de Pirandello ödüllerinden sonra, 1992’de Feltrinelli Ödülü ile bütün uğraşı değerlendirilmiştir.
2000 yılında Roma’da ölen Giorgio Bassani, vasiyetnamesi uyarınca, Ferrara’da, bu romanında anlattığı Musevi Mezarlığı’na gömülmüştür. Kentin belediyesi, yazarın Finzi-Contini’lerin aile gömütünü kurguladığı noktada, ona bir anıt diktirmiştir.
Mezar kocamandı, somdu, gerçekten heybetliydi: Antik Dönem ile oryantal tarz arasında bir tarzda, şu daha birkaç yıl öncesine değin tiyatrolarımızda Aida ve Nabucco operalarının dekorasyonlarında moda olan türden. Bitişikteki Belediye Mezarlığı dahil, başka herhangi bir mezarlıkta olsa öylesine iddialı bir mezar insanı şaşırtmazdı, başka birçoklarının arasında karışır, belki de fark bile edilmezdi. Ama bizim mezarlıkta bir benzeri yoktu. O haliyle, giriş kapısından hayli uzakta, yarım yüzyılı aşkın süredir artık kimsenin defnedilmediği, terk edilmiş bir alanın dibinde yükselmekle birlikte, göze çarpıyor, hemen dikkati çekiyordu.
Yapımını, kentte benzeri birçok çağdaş zevksizlik örneğinin sorumlusu olan bir saygıdeğer mimarlık profesörüne sipariş eden kişi Alberto ile Micòl’ün dedesi Moisè Finzi-Contini olmuş, kendisi 1863’te Papalık topraklarının İtalya Krallığı’na katılmasından ve onun sonucunda Ferrara’da da Yahudi gettosunun bir daha açılmamak üzere kapatılmasından az sonra ölmüştü. Büyük toprak sahibiydi, “Ferrara tarımının ıslahatçısı”ydı –Musevi cemaatinin onun “İtalyan ve Musevi” erdemlerini sonsuzlaştırmak için Mazzini Caddesi’ndeki sinagogun merdivenlerinin başına, üçüncü katın sahanlığına astırmış olduğu levhada böyle yazıyordu–, ancak sanat zevkinin pek incelmemiş olduğu besbelliydi, böylece kendisi ve kendisininkiler için bir mezar yaptırmaya bir kez karar verdikten sonra, mimarı kendi haline bırakmış olmalıydı. Güzel, bereketli görünen bir çağdı o, her şey insanları umut etmeye, özgürce girişimlere çağırıyordu. O katı ilkelere bağlı aile babasının, gençliğinde, Repubblica Cisalpina* döneminde kendisine ilk bin hektarlık bataklıktan kurutma tarım arazisini edinme olanağını sağlamış olan eşit yurttaşlık hakkından kaynaklanan coşkuya alabildiğine kapılmışken, anıt-mezar yaptırmak gibi önemli bir girişimde, masrafa aldırmaması anlaşılabilir şeydi. Büyük bir olasılıkla, saygıdeğer mimarlık profesörüne açık bono verilmişti. Onun da, elinin altında öylesine mermerleri, beyaz Carrara mermerini, ten pembesi Verona mermerini, siyah lekeli gri mermeri, sarı mermeri, mavi mermeri, yeşilimtrak mermeri bulunca, pusulayı şaşırdığı kesindi.
Ortaya çıkan şey, Ravenna’daki Teodorico anıt-mezarını, Lüksor’daki Mısır tapınaklarını, Roma baroğunu, hatta girişteki basık sütunlarla kanıtladığı üzere, Knossos’taki eski Yunan’ı kaynaştıran inanılmaz bir karmaşa olmuştu. Her neyse, olmuştu işte. Yıllar birbiri ardından devrildikçe, her şeyi kendince haline yoluna koyan zaman, birbirinden apayrı olan tarzları o akla hayale sığmaz karmaşanın içinde yavaş yavaş uzlaştırmıştı. Burada, “sade karakterli, yılmak bilmez emekçi” olarak tanımlanan Moisè Finzi-Contini 1863’te vefat etmişti. “Evin meleği” karısı Allegrina Camaioli ise 1875’te. 1877’de de tek evlatları Dr. Müh. Menotti daha genç yaşında hayata veda etmiş, onu yirmi yıl sonra, 1898’de, soylu Artom baronlarının Treviso kolundan gelen karısı Josette izlemişti. 1914’te ailenin başka bir tek üyesine, altı yaşındaki Guido’ya kucağını açmış olan küçük tapınağın bakımı, o tarihten sonra giderek, onu temizleyip parlatmaya, çekidüzen vermeye, gereken onarımları yapmaya, özellikle de çevredeki bitkilerin inatçı kuşatmasını engellemeye pek hevesli olmayan ellere kalmıştı. Ayrıkotları, koyu renkli, handiyse siyaha çalan, handiyse maden direncinde bir ot, sonra eğreltiotları, ısırganlar, devedikenleri, gelincikler meydanı boş bulmuşlar, azıttıkça azıtmışlardı. Öyle ki 1924’te, 1925’te, açılışından şöyle bir altmış yıl geçmişken, görmek çocukluğumda bana ilk kez nasip olduğunda (“Tam bir zevksizlik örneği” derdi elimden tutan annem her seferinde), aşağı yukarı şimdiki durumundaydı, uzun süre oluyor ki mezarla doğrudan ilgili hiç kimse kalmadı artık. Yabani yeşilliklere yarı yarıya gömülmüş, zamanında pırıl pırıl perdahlanmış olan rengârenk mermerlerinin yüzeyi toz katmanlarından bozarıp donuklaşmış, çatısı ve dış basamakları kavurucu güneşten ve dondan hırpalanmıştı, daha o zamandan, uzun süre el sürülmeden kalan her türlü nesnenin yazgısı olan zengin ve olağanüstü havaya bürünmüştü